top of page

Bir İnceleme: Yargıları Yargılama Tutsaklığı Üzerine

  • Yazarın fotoğrafı: Pertev Furkan Çankırı
    Pertev Furkan Çankırı
  • 21 Nis
  • 3 dakikada okunur

yargı nedir yargıları yargılama tutsaklığı üzerine bir blog yazısı görseli

Yargı, bir durumu, kişiyi ya da davranışı belirli ölçütlere, referans noktasına veya kriterlere göre değerlendirme halidir. Bu değerlendirme, bilinçli bir fikir yürütme gibi görünse de çoğu zaman hızlı, otomatik ve duygusal geçmişin izlerini taşıyan bir iç süreçtir. Yargı, egonun bir ürünü olarak bizi yaşamda güvende tutma çabasıyla çalışır. Çünkü yargı mekanizması, en temelde, belirsizliği azaltmak ve kontrol duygusunu korumak ister. Ancak bir yandan yaşam doyumu ve gerçeklik anlamında sınırlayıcı da olabilir.


Yargının Evrimsel Doğası ve Psikolojik Temeli

Yargılamanın altında çoğu zaman belirsizlikten kaçma ihtiyacı yatar. Zihnimiz belirsizliğe tahammül edemez ve “bilmediği şeyi” hızla kategorize ederek kontrol altında tutmak ister. Bu durum özellikle:

  • Travma geçmişi olan bireylerde (güvensizlik hissiyle),

  • Katı düşünce kalıplarıyla büyütülen bireylerde,

  • Kendi duygularını tanımlamakta zorlanan bireyler de daha belirgin hale gelir.

Yani bazen bir başkasını yargılarken, aslında kendi içsel güvensizliğimizin yankısını duyarız.


Psikolojik olarak “yargı”, bir kişi, durum ya da olay hakkında olumlu ya da olumsuz bir değerlendirme yapma eğilimidir. Bu değerlendirme genellikle hızlı, otomatik ve çoğu zaman bilinçdışıdır.

Zihnimiz, çevresini anlamlandırmak ve güvenliğini sağlamak için sürekli olarak sınıflar, etiketler, kıyaslar. Bu süreçte:

  • Şemalar (önceden öğrendiğimiz zihinsel kalıplar),

  • Bilişsel önyargılar (örneğin dış grup etkisi, doğrulama yanlılığı),

  • Geçmiş yaşantılar önemli rol oynar.

Bu yönüyle yargı, zihinsel bir kısa yol gibi çalışır: "Bunu daha önce görmüştüm; tehlikeli olabilir." ya da "Bu bana benzemiyor; uzak durmalıyım." Ancak bu kısa yollar her zaman doğru yerlere çıkmaz.


İkilem: Yargı Kime Ait?

Yargı sadece dış çevreden bize yöneltilen düşüncelerle sınırlı değildir. İç dünyamızda, çoğu zaman farkına bile varmadan işleyen içsel yargılar da mevcuttur. Bu ses, “Yeterince iyi değilim”, “Bunu yaparsam ayıplanırım” gibi ifadelerle kendini gösterebilir. Çocuklukta deneyimlenen koşullu kabul, toplumsal roller, başarı odaklı değer sistemleri gibi etkenler, zamanla bu içsel yargıcın oluşmasına zemin hazırlar.


İçimizde yankılanan eleştirel yargı sesi; kişiyi belirli kalıplarda tutar, risk almaktan alıkoyar ve kendilik ifadesini sınırlayabilir. Tam da bu noktada kişi, dış dünya ile beraber kendi iç dünyasının yargılarına da tutsak hâle gelir. Tutsaklık burada bir tür içsel sıkışmışlık hâlidir. Kişinin düşünce ve duyguların serbestçe akamadığı, potansiyelin sınırlı kaldığı bir iç iklime işaret eder.


Bu tür iç konuşmalar, erken çocukluk döneminde duyduğumuz seslerin içselleştirilmiş yankıları olabilir.

Freud’un “üstbenlik” (superego) kavramı da bu iç yargılayıcı sesi açıklamada kullanılır. İnsan merkezli terapi ekolünün kurucusu Carl Rogers, söz konusu yargılayıcı iç ses olduğunda, kişinin “gerçek benliği” ile “ideal benliği” arasındaki mesafeye dikkat çeker. Yargılayıcı iç sesin bu iki benlik arasındaki mesafeyi arttırdığını ve psikolojik sorunların temeli haline gelebileceğini savunur.


Yargılar Dönüşür Mü?

Evet! Yargılarla kurduğumuz ilişkiyi dönüştürmenin ilk adımı, onları bastırmak ya da hemen ortadan kaldırmak değildir. Yargıları fark etmek ve anlamaya çalışmak, hangi duygusal ihtiyacın, hangi korkunun ya da hangi korunma arzusunun bir yansıması olduğunu görmemizi sağlayabilir. Yargıyı bir tehdit olarak görmek yerine, bir sinyal olarak ele alabiliriz. Böylece, yargılar kendimizi ve başkalarını anlamak için birer fırsata dönüşür.


Modern psikoterapide ve özellikle mindfulness (bilinçli farkındalık) yaklaşımlarında “yargısızlık” önemli bir yer tutar.

Ancak bu, “hiç yargılamamak” değil; yargıyı fark etmek ve onunla özdeşleşmemek anlamına gelir. Jon Kabat-Zinn’e göre yargısızlık: “O anda ortaya çıkan deneyimi, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış diye etiketlemeden gözlemleyebilme becerisidir.” Yani, yargıya gözlemci kalabilmek bir yetenektir ve gelişebilir. Kimi zaman terapide, kimi zaman meditasyonda, kimi zaman bir dost sohbetinde… Bir durup içimizden geçen düşünceyi fark ettiğimizde, ona yapışmadan sadece “orada olduğunu” kabul ettiğimizde… İşte orada, yargısız farkındalık başlar.


Yargısız Alanları Kurgulayabilmek

Olanı yargılamadan yalnızca gözlemci kalabilmek; kişinin içsel özgürlüğüne, ilişkisel şefkatine ve sağlıklı sınırlar kurmasına olanak tanır. Böylelikle tam da insan ilişkilerinde ihtiyacımız olan dikkatli, meraklı ve özenli bir yaklaşımı gösteririz. Kişisel ve toplumsal anlamda özen gösterdiğimizde; yargıları yargılama tutsaklığından özgürleşebildiğimiz, samimi ve kapsayıcı tutumlarımızın geliştiği gerçeklikler mümkündür.


Birini ya da kendimizi yargıladığımızı fark ettiğimiz o anda… Kendimize şu basit soruyu sorabiliriz: “Bu yargının altında hangi korku, hangi ihtiyaç ya da hangi eski hikâye var?” Bunu sormak, yargıdan özgürleşmek değil, onunla ilişkimizi şefkatli bir farkındalıkla yeniden yazmak anlamına gelir. Çünkü bazen en büyük değişim, yargısızca bakabilme cesaretiyle başlar.


“Kişilerarası iletişimin önündeki en büyük engel, karşımızdakinin söylediklerini yargılama, değerlendirme ve onaylama (ya da reddetme) eğilimimizdir.”

-Carl Rogers





Comments


bottom of page